Bizans Tehdidi ve Müzakereler

Cemel Savaşı’nın ardından Hz. Ali, Basra’da kısa bir müddet kaldıktan sonra Kûfe’ye
geçince buradan vakit geçirmeden Muâviye ile yazışmaya başlamış, Muâviye, bu görüşmelerde
Hz. Ali’den Şam’ı ve Mısır’ı istemiş, Ali ise bunu kabul etmemiştir. Orduların Sıffîn ovasında
karargah kurmalarının ardından Hz. Ali tekrar Muâviye’ye elçiler göndermiştir. Savaş sırasında ve
savaş sonrasında bu müzakereler devam ettirilmiş, ancak bunlardan bir netice hasıl
olmamıştır.
Zira ne Şamlılar ne de Iraklılar uzlaşmaya hazırdır. Şam tarafının bir barış şartı olarak
“Osman’ın katillerinin kendilerine verilmesi” teklifine Kûfe Ulu camiini doldurmuş insanların hep
birlikte “Osman’ın katilleri biziz” diye ayağa kalkıp cevap verdiklerini daha önce zikretmiştik.
Aslında Iraklılar, Şam tarafını harekete geçiren sâiklerin Osman’ın katillerinin teslim edilmesi ile
alakalı olmadığına inanmakta, bunun siyasi bir tavır olduğunu düşünmektedirler. Maksat Hz.
Ali’nin durumunu zayıflatmaktır. Dolayısı ile her iki taraf da savaş için bilenmiş durumdadır. Bu
atmosferde barış görüşmelerinin bir sonuç vermesi imkansızdır.
Fakat olaylar, doludizgin savaşa giden tarafların tahminlerinin aksi istikametinde
gelişmiştir. Irak tarafı kendine inandığı ve güvendiği şekilde Sıffîn’i bir zaferle taçlandıramadığı
gibi, Şam tarafı da gerek savaş sırasında gerekse savaş sonrasında geliştirmiş olduğu taktiksel
atakları ile belli oranda mesafe alsa da tatmin edici sonuca ulaşamamıştır. Irak tarafının Harici
isyanı ile bölünmesi bile Şam için yeterli fırsatı temin etmemiştir. Bu hengamede kuzeyde fırsat
kollayan Bizans’ın da işin içerisine dahil olması, Şam tarafını zora sokmuştur. Bu şartlar
muvacehesinde anlaşılan o ki bir zamanlar koşar adım savaşa gidenler şimdi artık barış yönünde
adım atmak niyetindedirler. Sıffîn Savaşı’nın ardından meydana gelen bölgesel çatışmaların
getirdiği yıkım da barışa giden yolda adım atılmasına katkı sağlamış görünmektedir.
Tarafları, özellikle Şam tarafını, barış yönünde adım atmaya zorlayan unsurların başında,
Bizans tehdidinin geldiği açıktır. İslamiyet’in doğuşu ve kısa zamanda doğu, batı ve kuzey
yönünde hızla ilerlemesi, jeo-politik olarak en çok Persleri ve Bizanslıları etkilemiştir. Uzun
zamandır birbiri ile mücadele eden bu iki büyük güç güneyden gelen bu taze güce boyun eğmiştir.


Bu gelişme dünya tarihi açısından da önemlidir. İslam Peygamberi vefat ettiğinde bu yeni din
henüz Arap yarımadasının dışına çıkamamış olmakla beraber, Hz. Peygamberden sonra gelen ve
onun stratejisini takip eden halifeler ve kudretli kumandanlar elinde, kısa zamanda, Sâsâni
İmparatorluğunu yerle bir edilmiş, bütün Doğu Akdeniz de Bizans’ın elinden alınmıştır. Sâsânilerin
büyük oranda etkisizleştirilmiş olmalarına karşın, Bizans henüz, kısmen de olsa, gücünü
korumaktadır ve fırsat kollamaktadır.
Hulefâ-yi Râşidîn dönemi İslam dininin Arap yarımadasının dışına çıktığı bir dönemdir.
Sâsânilerin yerle bir edildiği ve Bizans’ın elinden Filistin, Suriye ve Mısır gibi önemli topraklarının
alındığı dönem bu dönemdir. Yine bu dönemde 34/655 yılında Müslümanlar ile Bizans arasında
meydana gelen ilk büyük deniz savaşı, (Zâtü’s-Savârî) İslam ordusunun zaferi ile neticelenmiştir.
Fakat Hz. Ali ile Muâviye arasında meydana gelen hilafet kavgası Şam’ın durumunu, Bizans’a
karşı yapılan mücadelenin merkez üssü olması açısından, zayıflatmıştır. el-Minkarî’nin kaydına
göre kuzeydeki Rum tehlikesi varlığını sürdürdüğü sırada Hz. Ali’nin Mısır’a hakim olması Şam’ı
zor durumda bırakmış, Muâviye bu durumu atlatabilmek için Kayser-i Rum’u hediyelerle idare
etme cihetine gitmiştir. Hz. Ali’nin Şam üzerine yürümesi Muâviye’yi, Bizans ile barış yapmak
ve onlara yüklü miktarda vergi ödemek zorunda bırakmıştır.
Hulefâ-yi Râşidîn döneminden itibaren, Bizans ile kurulan diplomatik ilişkiler konusunda,
bulunduğu coğrafyanın Bizans’a sınır olması sebebiyle ön planda olan idareci Şam valisi
Muâviye’dir. Muâviye, halife adına Bizans’la diplomatik ilişkiler de kurmuş ve anlaşmalar
yapmıştır. İslam ordularının Bizans topraklarına doğru ilerlediği bir dönemde zorda kalan Bizans,
Müslümanlarla barış yapmaya mecbur kalmış ve 31/651 yılında Bizans İmparatorunun elçisi
Dımaşk’a gelip Muâviye ile bir barış anlaşması imzalamıştır.
Hazreti Ali halife olduğu zaman Bizans’la ilişkiler konusunda Muâviye yine ön plandadır.
Fakat bu sefer işler tersine dönmüş, Sıffîn Savaşı ve ardından anlaşmazlıkların devam etmesi,
Bizans karşısında Muâviye’yi zora sokmuştur. İç karışıklığı fırsat bilen İmparator II. Kostans,
İslam topraklarına saldırmak üzere bir ordu hazırlamıştır. İki cephede savaşamayacağını anlayan
Muâviye İstanbul’a bir elçi göndererek üç yıllık bir barış anlaşması imzalamak zorunda kalmıştır.
Anlaşmaya göre Muâviye, II. Kostans’a günlük 1.000 dinar bir at ve bir köle ödemeyi kabul
etmiştir.
Bu üç yıllık süre bize önemli bir ip ucu vermektedir. Üç yıllık süre Hicretin 40. yılında
dolmuştur. Anlaşılan o ki, Muâviye, oldukça ağır hükümler içeren bir anlaşmayı yenilemektense,
Irak ile barış yapmanın daha doğru olduğu kanaatine ulaşmış ve Hz. Ali’ye barış teklif etmiştir.
Muâviye, Rum Kayseri’ni pahalı hediyelerle idare etmeyi daha fazla sürdürememiştir. Yapılan
Irak-Şam barışı ve ardından Emevilerin kuruluşundan itibaren karşılıklı diplomaside Emeviler
aktif, buna karşılık Bizans reaksiyoner duruma geçmiştir. Muâviye, valiliği döneminde iç siyasi
problemler nedeniyle Bizans’a karşı ara verdiği kara ve deniz seferlerine halifeliğinin henüz ilk
yıllarında tekrar başlamış ve aralıksız sürdürmüştür.
Ahmet Cevdet Paşa’nın kaydına göre Muâviye, Bizans İmparatorunu, saldırı niyetinden
vazgeçmemesi halinde rakibi Hz. Ali ile birleşip İstanbul üzerine yürümekle tehdit etmiştir.


Muâviye’nin Kayser-i Rûm’a gönderdiği bu mektup rivayeti oldukça popüler ve tehditkar bir üslup
içermektedir. Kayser’e gönderilen bu mektup, Şam üzerine yürümeye hazırlanan Kayser-i Rûm’u
geri çevirmeyi hedeflemektedir.Mektup en ufak bir diplomatik nezaketi bile haiz değildir ve tam
halk dili ile kaleme alınmıştır. Ahmet Cevdet Paşa’nın kaydettiği söz konusu mektubun kaynağı
tespit edilememiştir. Bununla beraber söz konusu mektup, sürekli iç problemlerle uğraşan
Muâviye’nin kuzeyden gelen Bizans tehdidine karşı Hz. Ali ile anlaşma yapma cihetine gitme
olasılığına uygun düşmektedir.
Sıffîn Savaşı sonrasında ateşkes ilan edilip meselenin hallinin hakemlere havale edildiği ve
hakemlerin çalışmaları neticesine çözümünden ziyade daha da çıkmaza girildiği bilinmektedir.
Hakemlerin fiyasko kararının ardından Hz. Ali bir taraftan kendi içinde meydana gelmiş olan
Harici çatlağını tedavi etmeye çalışırken, bir taraftan da Şam üzerine sevk edilecek ikinci bir
ordunun hazırlıklarını sürdürmüştür. Muâviye ise çeşitli zamanlarda Irak üzerine sevk ettiği
birlikler ile Hz. Ali’yi zayıflatmaya çalışmıştır. Fakat ne Muâviye bu saldırılardan bir netice
alabilmiş ve ne de Hz. Ali Şam üzerine ikinci bir sefer düzenlemeye muvaffak olabilmiştir. Üstelik
bu hengamede yıllar yılı, her iki taraftan insanlar, devam eden bölgesel çarpışmalar nedeniyle, çok
zor günler yaşamış, büyük acılar çekmişlerdir. Bu acı ve sıkıntıların barış yönünde bir kamuoyu
oluşmasına katkı sağladığını tahmin etmek imkan dahilinde görünmektedir.
Sonuçta, Hicri 40/660 yılı içerisinde Muâviye, Hz. Ali’ye barış teklifinde bulunmuş,
aralarında gerçekleştirilen uzun yazışmalar neticesinde, savaş sona erdirilmiş ve bir barış
anlaşması imzalanmıştır. Bu anlaşmaya göre Irak’ Hz. Ali’ye Şam ise Muâviye’ye ait olacaktır.
Herkes kendi bölgesinde müstakil hareket edecek, kimse kimsenin toprağına askeri bir harekette
bulunmayacaktır. Bu tarihlerde Irak ile Şam dışındaki bölgelerden Hicaz ile Yemen Hz. Ali’nin
hakimiyetinde, Mısır ise Muâviye’nin hakimiyetindedir. Bu durumda en başa, bunca savaş ve
bunca sıkıntının ardından, Sıffîn öncesi duruma dönülmüştür. Zira en başında Muâviye Hz. Ali’den
Şam’ı ve Mısır’ı talep etmiş, ancak ümmetin birliğini sağlama misyonu ile iş başına gelmiş olan
halife Hz. Ali bu talebi tereddütsüz reddetmiştir. Fakat sonuçta gelinen nokta hemen hemen
başlangıçtaki noktanın aynısıdır. İslam ülkesi iki parçaya ayrılmış ve iki ayrı bölgede iki ayrı halife
kendi müstakil idarelerini kurmuşlardır. Doğrusu bu tessüf olunacak bir durumdur.