Diyanet Ansiklopedisi İmam Maddesi

İMAM

(الإمام)

Önder, lider; cemaate namaz kıldıran kişi; devlet başkanı.

Arapça emm “öne geçmek, sevk ve idare etmek” kökünden gelen imâm, terim olarak “cemaatle kılınan namaza önderlik eden kimse” ve “devlet başkanı” anlamlarını taşır. III. (IX.) yüzyılın ortalarında Endülüs’te devlet başkanıyla namaz kıldıran kimseyi birbirinden ayırmak için ikincisine sâhibü’s-salât adı verilmiş ve bu tabir zamanla İfrîkıye ve Mağrib’e de yayılmıştır; İran’da ise cemaate namaz kıldıran kimseye pîş-nemâz denir.

Kaynaklarda, Hz. Peygamber’e imamlık yapmayı Cebrâil’in öğrettiği ve onun önce Kâbe’nin yanında, sonraları müşriklerin baskısı sebebiyle Mekke’nin ıssız kesimlerindeki bazı evlerde kendisine tâbi olanlara namaz kıldırdığı haber verilir (Müsned, I, 333; İbn Hişâm, I, 278-279). Rivayete göre İsrâ sûresinin 110. âyetinde yer alan, “Namaz esnasında sesini fazla yükseltme” emri o sıralarda müşriklerin namaz kılındığını farketmemeleri için verilmiştir (Müsned, I, 23). Birinci Akabe Biatı’nın ardından Medine’ye gönderilen Mus‘ab b. Umeyr ile Es‘ad b. Zürâre vakit namazları ile cuma namazlarını düzenli şekilde kıldırmaya başladılar. Hicretten önce Kubâ’ya ulaşanlara imamlık yapan ise Ebû Huzeyfe’nin âzatlısı Sâlim idi ve muhacirlerin imamı diye tanınıyordu. Hicret sırasında Medine’ye girmeden önce Kubâ’da kalan Hz. Peygamber burada inşa ettirdiği mescidde imamlık yaptı ve bir cuma sabahı Kubâ’dan ayrıldıktan sonra Rânûnâ vadisindeki Sâlim b. Avf kabilesine ait namazgâhta farz olan ilk cuma namazını kıldırdı. Resûl-i Ekrem, herhangi bir sebepten dolayı Medine’den ayrılacağı zaman vekâleten bir imam tayin ederdi; hastalığı ağırlaşıp artık Âişe’nin odasından mescide geçemeyecek hale gelince de yerine Hz. Ebû Bekir’i görevlendirdi. Hz. Peygamber İslâm’a giren yeni bölge halklarına ve kabilelere imamlık yapacak kişileri belirlerken bunların Kur’an’ı iyi okuyup anlamalarına önem verirdi. Yemenli Cermoğulları’ndan Amr b. Selime, kabilesi İslâmiyet’i kabul ettiği zaman yedi sekiz yaşlarında olmasına rağmen Kur’an’ı en iyi o bildiği için imamlığa seçilmiş ve bu görevini ölünceye kadar sürdürmüştür (Buhârî, “Meġāzî”, 53; İbn Sa‘d, I, 253-254). Resûl-i Ekrem tayin ettiği valilere kıraatleri kısa tutmalarını öğütlerdi (Müsned, IV, 21-22). Mekke’nin fethi üzerine şehrin valiliğine getirdiği Attâb b. Esîd’in İslâm’a yeni girdiğini dikkate almış olmalı ki imamlığı Hübeyre b. Sebel’e vermişti (Fâkihî, III, 225); bu görevin Muâz b. Cebel’e verildiği de söylenir. Asr-ı saâdet’te ve sonraki dönemlerde sefere çıkıldığı zaman kumandan tayin edilen kimse imamlık görevini de üstleniyordu. Zâtüsselâsil Seriyyesi’nde yardımcı birliğin kumandanı Ebû Ubeyde b. Cerrâh ile seriyye kumandanı Amr b. Âs arasında kimin imam olacağı konusunda ihtilâf çıkmış ve seriyye kumandanının imamlığında karar kılınmıştı. Cemel Vak‘ası’nda ise Hz. Âişe’nin ordusunda namaz kıldırmakla Abdurrahman b. Attâb görevlendirilmişti.

Hz. Peygamber’in eşlerinden Ümmü Seleme ve Âişe ile Sa‘de bint Kamâme’nin kadınlara imamlık yaptıkları (Abdürrezzak es-San‘ânî, III, 126, 141; İbn Sa‘d, VIII, 352), Ümmü Varaka bint Abdullah adlı hanımın evinin veya mahallesinin halkına namaz kıldırması için Resûl-i Ekrem tarafından tayin edildiği ve yaşlı erkek bir müezzininin bulunduğu kaydedilir (Müsned, VI, 405).

Halifeye imam adının verilmesi, ittibâ ve iktidâ bakımından namaz kıldıran imama benzetilmesinden dolayıdır. Bunun için hilâfete “imâmet-i kübrâ” denilmiş, Resûl-i Ekrem ve dört halife de namaz kıldırma işini mecbur kalmadıkça başka bir kimseye tevdi etmemişlerdir. Hz. Ömer’in ve Ali’nin imamlık yaparken öldürülmeleri Muâviye b. Ebû Süfyân’ın önlem almasına sebep olmuş ve namaz kıldırırken başında silâhlı nöbetçiler bekletmeye başlamıştır (İbnü’t-Tıktakā, s. 106); bazan da namazlarını maksûrede kılmış ve imamlığı başkasına yaptırmıştır (Abdürrezzak es-San‘ânî, II, 417). Abbâsîler döneminde halifeler vakit namazlarında imamlık yapmayı tamamen terketmişler ve bu işe resmî görevliler tayin edip Râzî-Billâh’ın ölümünden (329/940) sonra da -Emevîler zamanında hâkimiyet sembolüne dönüşen- cuma namazlarını kıldırmayı bırakmışlardır. Endülüs Emevîleri’n-de cuma namazları başlangıçta yine halifeler, sonraları ise kadılar tarafından kıldırılmıştır.

Devlet başkanlarının eyaletlere veya şehirlere vali olarak gönderdikleri kimselerin görevleri arasında namaz kıldırmak ve gerekirse imam tayin etmek de yer alıyordu. Bundan dolayı valilere “emîrü’s-salât”,

görevlerine de “vilâyetü’s-salât” adı verilirdi. Bazan valiyle birlikte namaz kıldırması için bir de imam yollanırdı; Hz. Ebû Bekir Necran’a, Hz. Ömer Filistin, Dımaşk, Humus ve Kınnesrin’e imam tayin etmişlerdi. Kûfe halkı Sa‘d b. Ebû Vakkās’ı namazı iyi kıldırmadığını ileri sürerek Hz. Ömer’e şikâyet etmiş, o da durumu yerinde inceletmiş ve şikâyetin haklı olmadığı sonucuna varmıştı (Belâzürî, s. 398). Hz. Osman, Mısır Valisi Amr b. Âs’ı valilikten azlettiği halde imâmet görevinde bırakmıştı. Hz. Osman’ın hilâfetiyle birlikte Medine’yi terketmeye başlayan sahâbîlerin yerleştikleri bölgelerde imamlık yapmak hususunda ehl-i Bedir’den başlamak üzere öncelikleri bulunuyorsa da genellikle namazları idarecinin kıldırması tercih ediliyordu. Ancak Emevîler zamanında fazilet sahibi kimselerin yöneticilerin arkasında namaz kılmayı istemeyerek cami kapılarından çıkıp gittikleri ve muhafızların kamçılarına camiden çıkıncaya kadar sabrettikleri kaydedilmektedir” (Ebû Bekir İbnü’l-Arabî, IV, 1644). Bununla birlikte sahâbîlerin Haccâc b. Yûsuf es-Sekafî, Hubeyş b. Delce ve Necde el-Harûrî gibi küfürle itham edilen insanların arkasında dahi İbn Ömer’in, “Namaza çağrılınca icâbet etmek gerekir” sözüne istinaden namaza durdukları bilinmektedir (İbn Hazm, III, 208-209). Zaman zaman haraç görevlisi de imâmet işini yüklenirdi. Hz. Ömer, Kudâme b. Maz‘ûn’u Bahreyn vergilerini toplamakla, Ebû Hüreyre’yi de imamlıkla görevlendirirken Hz. Osman, Kûfe’de İbn Mu‘tî’yi her iki göreve birden tayin etmişti. Muâviye tarafından Kûfe valiliğine getirilen Mugīre b. Şu‘be haraç toplama işinden azledilerek uhdesinde sadece imamlık bırakılmıştı. Valiler şehirden ayrıldıkları zaman imamlık görevini, esasen yetkisi sadece namaz kıldırmaktan ibaret olan vekilleri yerine getirirdi. Mısır Valisi Amr b. Âs sâhibü’ş-şurtayı, Haccâc da herhangi resmî bir sıfatı olmayan oğlunu imam olarak vekil tayin etmişti. Abbâsîler döneminde de bu tür örneklere çokça rastlanmaktadır. Hac emîrleri aynı zamanda imamlık da yaparlardı. Bununla birlikte yanlarına bazan imâmet için ayrı kişiler de veriliyordu; meselâ 199 (815) yılı hac mevsiminde görevlendirilen Muhammed b. Dâvûd bunlardan biridir (Taberî, VIII, 532).

Cenaze namazları da imamların sorumluluğundaydı. Önemli şahsiyetlerin namazları bizzat valiler tarafından kıldırılır, eğer bunun aksi vasiyet edilmişse ona da uyulurdu. Basra’ya yerleşen sahâbîlerden Abdullah b. Mugaffel namazını Vali Ubeydullah b. Ziyâd’ın kıldırmamasını vasiyet etmişti. Hz. Hüseyin ağabeyi Hz. Hasan’ın cenaze töreninde Emevî Valisi Saîd b. Âs’a, “Emîrin namaz kıldırması âdet olmasaydı seni imâmete geçirmezdim” diyerek tepki göstermişti (İbn Kesîr, VIII, 46). Daha sonraları önemli şahsiyetlerin namazlarının kadılar tarafından kıldırılması bir gelenek haline gelmiştir.

İslâmiyet’in yayılışına paralel olarak fethedilen ve yeni kurulan şehirlerde mescid-i cum‘anın (el-mescidü’l-câmi‘) yanında mahalle mescidleri de oluşturuldu. Buralarda vakit namazları kılınıyor, cuma namazları ise sadece merkez camisinde valinin veya onun tayin ettiği kimsenin imâmetinde kılınıyordu. Mâverdî imamları vakit namazı, cuma ve diğer namazları kıldıranlar olarak üçe ayırır (el-Aĥkâmü’s-sulŧâniyye, s. 127-135). Hz. Peygamber zamanında Medine’de cuma mescidi konumundaki Mescid-i Nebevî’nin dışında on mescid daha bulunuyordu. Abbâsîler’den itibaren imamlık bir meslek ve zamanla devlet memurluklarından biri haline geldi. Bağdat’ta halife adına hutbe okunurken yakın yerleşim birimlerinde görevli imamların biat törenlerine katılmaları zorunlu idi (Hilâl b. Muhassin es-Sâbî, s. 133-134). Makdisî de Bağdat’ta cami imamlarının önemli mevki işgal ettiklerini söyler (Aĥsenü’t-teķāsîm, s. 126). Halife Mansûr imâmet işlerine bakmakla İbrâhim b. Yahyâ’yı görevlendirmiş (Taberî, VIII, 61), daha sonra bu iş kadıların yetki alanına girmiştir. Bununla birlikte imamın tayin ve azlini bazan devlet başkanı bizzat yapıyordu. Hârûnürreşîd, hilâfete geçtiği zaman Mescid-i Harâm imamı Muhammed b. Abdullah’ı görevinden alıp yerine Süleyman b. Ca‘fer’i getirmişti (Ezrakī, I, 232). Yine Mescid-i Harâm’a 819’da (1416) Muhammed b. Ebü’l-Hayr Mâlikî imamı olarak kādılkudât tarafından değil Memlük sultanı tarafından tayin edilmişti (Fâsî, II, 375-376). Kadılar imamlarla ilgili hususları muhtesibler vasıtasıyla takip ediyorlardı (İbnü’l-Uhuvve, s. 264-266). Memlükler zamanında Dımaşk muhtesibleri bazı camilerde imamlık yapıyorlardı (İbn Habîb el-Halebî, II, 165; III, 169); Bağdat’ta da muhtesib Abdullah b. Ali aynı zamanda Rusâfe Camii’nin imamı idi (İbn Kesîr, XI, 83). İmamların siyasî sebeplerle azledildikleri vâki ise de (İbnü’d-Devâdârî, VI, 236) genelde ömürlerinin sonuna kadar yerlerinde bırakıldıkları bilinmektedir. Hatta büyük şehirlerde belli ailelere mensup imamların birkaç nesil bu görevi sürdürdükleri görülmektedir. Bazı mescidler isimlerini imamlık yapan şahıslardan alırdı (İbn Dokmak, I, 80-92).

Zamanla Haremeyn, Emeviyye ve Ezher gibi büyük camilerde farklı mezheplere mensup birden fazla imamın görevlendirilmesine başlandı. İbn Cübeyr, Mescid-i Harâm’da dört Sünnî mezhep imamıyla Zeydî imama ayrılmış beş makam bulunduğunu ve akşam namazının birinci imam kabul edilen Şâfiî imamı tarafından makâm-ı İbrâhim’in arkasında kıldırıldığını haber verir (er-Riĥle, s. 68). VII. (XIII.) yüzyılda Emeviyye Camii’nde farklı mezheplere mensup dokuz, VIII. (XIV.) yüzyılda ise on üç imam görev yapıyordu (DİA, XI, 110). Ancak Hanbelîler’in 617’ye (1220) kadar mihrapları yoktu; Emîr Rükneddin el-Muazzam’ın desteğiyle bir mihrap kuruldu ve Muvaffakuddin İbn Kudâme burada imamlık yaptı (İbn Kesîr, XIII, 84). Camide birden fazla imamın bulunması karışıklık ve ihtilâflara sebep oluyordu. el-Melikü’l-Eşref Mûsâ, 635’te (1237-38) birinci imamın dışındakilerin akşam namazı kıldırmasını yasakladı (a.g.e., XIII, 159). Makdisî, şehirlerden bahsederken imamların orada hâkim olan mezhebin anlayışına göre vazife yaptıklarını ve hangi kıraati uyguladıklarını özellikle belirtir (Aĥsenü’t-teķāsîm, s. 39 vd.). Ezher Camii’nde ise biri Sünnîler’e, diğeri Şiîler’e ait iki mihrap vardı (Hasan İbrâhim, IV, 375).

İç ihtilâflar ve isyanlar imamların görevlerini yerine getirmelerine imkân vermiyor, yönetim karşıtları halife veya valinin imamlık yapmasını engelleyerek hâkimiyetlerini pekiştiriyorlardı. Meselâ evi kuşatıldığında Hz. Osman’a, Harre Savaşı’ndan önce de Medine’deki Emevî valisine namaz kıldırma izni verilmemişti (İbn Fehd, I, 124). Abdullah b. Zübeyr de Hicaz’da henüz hâkimiyetini ilân etmeden Mekke valisinin namaz kıldırmasını engellemiş ve siyasî faaliyetlerine vali tayin etmediği yerlere imam göndererek başlamıştı (Taberî, V, 528).

Kaynaklarda Abbâsîler’le birlikte imamların zaman zaman maaş aldıklarına dair bilgiler bulunmaktadır. İbn Haldûn, dinî hizmet ifa edenlerin fazla servet sahibi olamayacaklarını Me’mûn dönemine ait maaş defterlerini örnek göstererek ileri sürer. Abbâsî Halifesi Muktedir-Billâh’ın 300’de (912-13), Büveyhî Hükümdarı Adudüddevle’nin 369’da (979-80) imamlara maaş bağladıklarına dair bilgiler

varsa da bu maaşların miktarı belli değildir. Endülüs Emevîleri’nde imamların maaşları, vakıf gelirleriyle ilgili işleri yürüten ve merkezi Kurtuba Ulucamii’nde bulunan beytülmâl adlı kurum tarafından düzenleniyordu. İmamların maaşlarına dair ayrıntılı bilgiler vakıf müessesesinin gelişmesiyle birlikte artmaktadır. İbn Asâkir, kendi zamanında Dımaşk camilerinin tamamının imam maaşları ve diğer masrafları için vakıf gelirleri olduğunu kaydeder (Târîħu Dımaşķ, II, 288-321). Kahire’de 403 (1012) yılında 830 adet mescid vardı ve bunlara vakıflardan aylık 9220 dirhem harcanıyordu (Makrizî, II, 295). Eyyûbîler döneminde İskenderiye’de bulunan mescid ve cami sayısı ise binlerle ifade ediliyor, bunların imamları devlet hazinesinden 5-10 altın arasında maaş alıyorlardı. İbn Cübeyr o sırada bütün camilerdeki imamlara düzenli aylık ödendiğini kaydeder. Maaşlar beytülmâlden ve daha çok da vakıflardan karşılanıyordu (er-Riĥle, s. 15-16). Halîl b. Kalavun zamanında her imamın ayda 40 dirhem maaş yanında ayrıca gıda tahsisatı vardı (Makrizî, II, 274). Memlük Sultanı Hasan b. Muhammed b. Kalavun’a ait vakfiyelerde, cami ve medreselerde görev yapan dört mezhebe mensup imamların her birine 60-100 dirhem arasında maaş ve ramazan ayına mahsus olmak üzere 40 dirhem gıda tahsisatı ile 5 rıtl beyaz şeker verildiği kayıtlıdır (İbn Habîb el-Halebî, III, 341-449). Mescid imamlarının maaşları ise mahalle halkı veya belli bir kişi tarafından karşılanıyordu. Vakfiyelerde imamların barınma, günlük gıda ihtiyaçlarının giderilmesi, hangi mezhebe mensup olmaları gerektiği ve görev alanları hakkında bilgiler yer almaktadır. 1272 tarihli bir vakfiyeye göre Kırşehir’deki Caca Bey Medresesi’nde beş vakit namazı kıldırmakla görevlendirilen imam vâkıfın türbesinde devamlı bulunmakla, medreseye ait kitapları korumakla ve ödünç verildikleri zaman takip etmekle yükümlüydü (Temir, s. 133). Mısır’da medrese imamları aynı zamanda kütüphaneden ve kitapların muhafazasından da sorumluydular, bunun için 300 dirhemlik maaşlarına 100 dirhem ilâve tahsisat konulurdu.

Selçuklular’da bir şehir fethedildiği zaman en büyük ibadet merkezi camiye çevrilir veya bina uygun değilse yeni bir cami yaptırılır ve buraya imam tayin edilirdi. Bazan ilâve görevler de yüklenen imamlar başlangıçta devlete bağlı olarak çalışıyor ve maaşlarını hazineden alıyorlardı. Nîşâbur medreselerinde hocalık yapan İmâmü’l-Haremeyn el-Cüveynî aynı zamanda imamlık ve hatiplik görevlerini de yerine getiriyordu. Anadolu Selçukluları döneminde Malatya’da Seyfeddin Sungur mahallesinin mescidine imam tayin edilen Nasreddin Osman’ın görev alanı ve maaş miktarına dair bilgilerin de yer aldığı bir menşur günümüze ulaşmıştır (Turan, Türkiye Selçukluları Hakkında Resmî Vesikalar, s. 50). İmamların gelirleri gümüş dirhemle veya müd hesabı ile buğday üzerinden günlük, aylık yahut yıllık olarak tesbit ediliyordu. Vakfiyelerine göre Amasya’da Zeynüddin Emîr-i Hac Mescidi’nin imamının aylığı 20 dirhem, Burmalı Minare Camii imamınınki ise günlüğü 5 dirhemden yıllık 1825 dirhem olarak tesbit edilmişti. XIII ve XIV. yüzyıllarda imamlara yıllık 10-18 müd buğday verildiği görülür. Ayrıca vakfiyelerde bu aynî ve nakdî ödemelere ilâveten kıyafet için yıllık 10 dirhem gümüş verilmesi ve günlük 2 ukıyye ekmekle et ihtiyacının karşılanması da yer almaktadır (Kucur, s. 16-25). Anadolu Selçukluları döneminde Kırşehir Emîri Cacaoğlu Nûreddin Bey tarafından düzenlenen bir vakfiyede cuma namazı kıldırıp hutbe okuyan imamın yılda 480 dirhem, beş vakit namaz kıldıran imamın ise 360 dirhem tahsisat alacağı belirtilmiştir (Temir, s. 133). Ayrıca Selçuklular vilâyet imamlarını vergiden muaf tutarak (Turan, Türkiye Selçukluları Hakkında Resmî Vesikalar, s. 59, 79-80), bu vazifeye rağbetin artmasını, camilerin imamsız kalmamasını amaçlamışlardır. Selçuklular başta medreseler olmak üzere dârülkurrâ ve dârülhadis gibi eğitim öğretim kurumlarına, ribât ve kervansaraylara da imam tayin etmiş ve alacakları ücretleri vakfiyelerde belirtmişlerdir.

Anadolu Selçukluları’nın uygulamaları beylikler zamanında da sürdürülmüştür. Germiyanoğlu II. Yâkub Bey’e ait bir vakfiyede imama günlük 3 akçe para ve yıllık 6 müd buğday tahsis edilirken aynı döneme ait İshak Fakih Zâviyesi’nin vakfiyesinde yıllık 4 akçe para ile 4 müd buğday tahsis edildiği görülür (Varlık, s. 109-110, 117). Yine Dulkadıroğlu Alâüddevle Bey tarafından yaptırılan Taş Medrese Mescidi’nin imamına yıllık maaş olarak mescidin yakınında bulunan Hatun Değirmeni’nin geliri, Pınarbaşı Zamantu Kalesi Camii’nin imamına da Şolak köyü gelirinin yarısı bağlanmıştır (Yinanç, s. 121, 124-125).

Halife saraylarında, örneklerine Endelüs Emevîleri ve Fâtımîler’de sıkça rastlanan görevli imamlar vardı. Altın Orda Hanlığı’nda emîr ve hatunların maiyetlerinde onlara namaz kıldıran ve küçük çocuklarına Kur’an eğitimi veren imamlar bulunurdu (İbnü’d-Devâdârî, VIII, 101). İmamların başlangıçta herhangi bir özel kıyafeti yoktu. Daha sonraki dönemlerde merkez camilerinde görev yapan imam ve hatiplerin hâkim devletleri temsil eden renklerde kıyafet giymeleri âdet oldu. Meselâ Mısır’da Abbâsî hâkimiyetiyle birlikte (152/769) siyah (İbn Tagrîberdî, II, 23), Bağdat’ta Arslan Besâsîrî’nin Fâtımîler adına hâkimiyet kurmasıyla birlikte (Zilkade 450 / Ocak 1059) beyaz (İbn Kesîr, XII, 82-84) elbiseler giydiler.


Mustafa Sabri Küçükaşcı